Allah’ın gayb âlemindeki varlığını şühud âlemi dediğimiz görünür âleme yansıtması bir ânda, fakat etap etap gerçekleşmiştir. Bu durumu bir periskobu örnek alarak anlatabiliriz.
Periskop, bilindiği gibi, denizaltılarda bulunan ve denizaltı denizin derinliklerindeyken deniz üstünde seyreden diğer gemileri görmeye yarayan, bir seri aynadan yapılmış, boru şeklinde bir alettir.
Aletin içindeki aynalar, borunun su üstüne çıkarılabilen üst ucuna yerleştirilmiş mercekteki görüntüyü, denizaltının içinde kalan borunun alt ucundaki merceğe yansıtabilecek şekilde yerleştirilmiştir.
Aynaların her birini birer ilâhi mertebe veya tasavvufi tabiriyle, birer âlem olarak kabul edersek, görüntünün ortaya çıkmasıyla en alttaki merceğe yansımasının bir anda oluşunu da anlamamız, yani Allah’ın istediği bir şeyin kâinatta anında meydana çıkmasını idrak etmemiz mümkün olur.
İnsanın, hayale vücut vermeksizin, vücudun Allah’ın olduğunu kavraya-bilmesi için bazı mertebeleri bilmesi ve anlaması şarttır. Bunlar: Hüve, Allah, Rab, Hak ve Halk mertebeleridir.
Bunların tümü aynı, tek varlığın değişik mertebelerde aldığı isimlerdir. Bu mertebeleri kavrayıp, yerine oturtmadan Allah’ı öğrenmek mümkün değildir.
Mertebeleri anlayabilmek için bir tarafından çıkılıp, diğer tarafından inilen bir duvarcı merdivenini veya bir piramidi göz önüne getirmek gerekir.
Yaratılış denen olay bu merdivenin zirvesinden en alt basamağına inmek (Nüzul), geri dönüş ise, en alt basamağından zirveye tırmanmak (Uruc) tır. Merdivenin basamakları mertebeleri, bu basamaklardaki panaroma ise âlemleri sembolize eder.
İlâhi mertebeleri bir marul veya lahanaya benzetmek te mümkündür. Dıştaki bir yaprağı koparılınca altından bir yaprak daha çıkar. O da kaldırılınca bir daha, o da kaldırılınca bir daha ve böylece en içteki, yahut göbekteki Zat’a kadar gidilir ki, tohumu yapan orasıdır.
Gökler ateş yerler su iken
Kubbe-i rahman da bir nur idim
Ziyasından halk etti toprak oldum
Cemalinden bir don biçti
Nokta-ı amadan anam babam vesile oldu geldim ben
Vücudum evini ulu şar eyledi
Üçyüz altış altı çeşmeden yedi kat yer yedi kat gök içinde var eyledi
Adem oldum Şite eriştim
Güruhu Naciye karıştım
Yüzyirmidörtbin Peygambere yoldaş idim
Muhamnet Mustafaya gardaş oldum
Kendi göbeğimi kendim kestim
Kendi kundağımı kendim salladım
Şâhı merdan olup Hayber Kalesini
Salladım attım
Salmana nergis getirdim
Abuzer cenazesin defnettim
Koskoca bir evren dürülü sende
Her ne ararsan kendinde ara
Ey Yesarim Abdal oldun bir ulu
Hünkâr’a dolaşma yadı yabanı
Ne ararsan kendinde ara
Abdal Yesari
Onun için sadece ahadiyet demek yetmemekte, onu da: Ahadiyy-ül kesre, ahadiyy-ül ef’al, ahadiyy-üs sıfât, ahadiyy-ül ayn ve ahadiyy-üz zat diye safha safha belirtmek gerekmektedir.
Bu mertebelerin hiç birinde henüz zuhura çıkmış bir şey yoktur. Onun için buralar her şeyin olup, hiç bir şeyin olmadığı yerlerdir. Durumun anlaşılabilmesi için örnek olarak bir çekirdek ele alınabilir.
Çekirdek, çekirdek halindeyken içindeki ağaç görünmez. Ağaç meydana çıktığında, o çekirdeğin içinde ağaca ait her şeyin bulunduğu anlaşılır, ama bu kez de çekirdek görünmez olur. Çekirdeğin tekrar oluşabilmesi için ağacın gelişip, meyve vermesi ve o meyvenin de olgunlaşması icabeder.
Meydana çıkış kulluk mertebesidir. Çekirdek halindeyken kulluk yoktur. O mertebede, yani Ahadiyette sadece Allah vardır. Buraya tenzih (görünmezlik) âlemi denir. Çekirdekten ağacın çıkması teşbih (görünürlük) âlemine geçmek demektir. Bundan sonraki görünenlere, yani ağaç, dal, yaprak, çiçek gibi bölümlere çekirdek denemez. Bunlar için ancak: “Hepsi çekirdekten çıkmıştır, yani tenzihten yaratılmıştır” denebilir.
Hüve (Hû)
O’nun görünmeyen âlemdeki durumudur. Bu mertebe gayb âleminin malıdır. Kendini göreceği aynayı yaratmadığı mertebe olduğu için, burada kendini kendinden başka bilen yoktur. Mevlüt’te: “Cümle âlem yok iken ol var idi” cümlesiyle kastedilen nokta burasıdır. Burası: “ Allah’ı Âllah’tan başka bilen olmayan ” ve tasavvufta karşılığı bulunmayan, yegâne mertebedir. Diğer tüm mertebelerin birer karşılığı vardır. Örneğin: Allah’ın karşısında kul, Ahad’ın karşısında Vahid, Rab’ın karşısında merbub, Hak’ın karşısında halk olması gibi… Böyle olduğu için tasavvufta bir rakamı adetten sayılmaz ve tek sayılar üçten başlatılır. Burası O’nun bîsükûn olduğu mertebedir.
Nokta-ı Nur-u Fatma’tüz Zehra
…
Hu’vel bakidir O
Ali’yel Mürteza sordular
Dedi
Dünde öyleydi bugünde öyle
Hu dedi ki küntü kenz
Ben gizli bir hazineyim
Bilinmekliğimi isterim
Hu dedi yarattı
Kendi nurundan bir nur
Vardan var oldu o nur bir nokta
Bu nokta bir ayna idi nurdan
Hu’dan koptu nuru ala nur
Adı Fatıma’tüz Zehra
Hu oldu Allah
Allah sarktı şahadet alemine
Seyreyledi kendini
Fatma Ana’nın aynasında
Oldu aşık cemalullahına
Kendi gizli ilmine
Kelam dile geldi
Ilim bir nokta idi
O noktaya ana Oldu Fatma
Sonra başladı kalem yazma
Nokta oldu Nun
Aslı oldu Fatma
Içinde nokta
Muhammet Ali’ydi o nokta
Nun oldu Fatma Ana’nın rahmi
Nokta oldu
Sırça bir köşkte
Nokta-ı cevher
Işte bu cevherden
Oluştu her şey
Adına Muhammedi cevher dendi
Ondan dedi Muhammed Mustafa
Ümmi Ebiha babasının annesi
Fatma oldu batında babasının annesi
Ondört bin yıl Allah rahman ve rahim elinde
O nuru vahidi eğitti
Allah oldu Hak
Hak Muhammed Ali
Sonra olup Ademin çamurunu kardılar
Ademin içine Hak
Muhammed Ali nin nurunu derç etti
Melekler geldi hep secde etti
Şeytan etmem dedi benliğe düştü
Adem’e akıl ile nefis geldi
Düştü şeytanın benlik denizine
Kovuldu cennetten düştü dünyanın
Derhine
Boğuştu durdu dokuz başlı ejderhayla
Ne geldiyse başına nefsinden geldi
Gel Yesari Abdal turap ol
Sen düşme nefsini oyununa
Olma Bab-ı Ali’den mahrum
Yesari Abdal
Allah
Tüm esma ve sıfâtı, yani iyisiyle kötüsüyle her şeyi kendinde topladığı mertebedir. Burada Hak ta vardır, batıl da… Fakat: “ Hak geldi, batıl yok oldu ” <17-81> hükmü gereğince hak ortaya çıktığı anda batıl yok olur. Bunun anlamı iyi düşünceler ortaya çıktığında kötü düşüncelerin kaybolmasıdır. Bu hususa da ileride geniş bir şekilde yer verilecektir.
Allah mertebesi, O’nun: “Ene” dediği yerdir. Burada da kendinden başka bir şey yoktur. Ancak, bu mertebede kendine kendinden bir ayna yaratmış ve aynadaki görüntüsüne: “Ahmed” adını vermiştir. Yani, Ahad’ken bir mim alıp, Ahmed olmuştur. Daha sonra da kendini nur-u Muhammedî olarak kâinata yansıtmıştır. Nurun yansımasıyla Akl-ı küll olan Âdem’le, onun aynası, yahut nefs-i küll olan Havva’nın meydana çıkması sağlanmıştır.
Bu durumu başka bir ifade ile: “Masdar-ı gayrı mimî iken masdar olmuş ve buradan sudur etmiştir” diye de anlatabiliriz. Bu mertebe ilerde göreceğimiz gibi sükûn makamıdır.
Bu mertebeye: “Ahadiyet-ül Ayn”, veya “Taayyün-ü evvel” isimleri de verilir. Uructaki karşılığı ise: “Makam-ı Mahmud” tur ve Zat iken ahad olan Allah’ın, bir mertebe inmekle Ahad ve Vahid diye kendi içinde kendine yansımasıyla, kendine kendinden bir ayna yarattığı mertebedir. Burada ahad ta birdir, vahid te birdir. Ahad zatıdır, yani güneştir. Vahid ise, tek olan o güneşin hüzmelerinin tek çıkış merkezidir. Hüzmelerin her biri, o kaynaktan çıktıktan sonra ayrı bir parmak izine sahip olacaktır ki, bunu ilerde Vahidiyet bahsinde anlatacağız.
Burada mim, Allah’ın kendine kaynak yarattığı masdara işarettir. Allah o masdarı kendine kaynak yapıp, oradan sudur etmektedir. O masdardan sudur eden ise masdar-ı mimî, yani Peygamber’dir ve buna tasavvuf dilinde: “Nur-u Muhammedî ” adı verilir.
Masdar ile masdar-ı mimînin vahdeti Allah, yahut masdar-ı gayrı mimîdir (Kainat ile insanın birleşmesi Allah’tır.
Yaratılışın gizeminde sevgi
Bismişah
Allah Allah
Hak Muhammed Ali
Ali’nin alnında Zöhre yıldızı…
Bilki, sevgi makamı çok şerefli bir makamdır. Gene bilki, sevgi varoluşun aslıdır.
Hayat geçmişteki şiir anıtlarından ışıklar düşürmektir gönül penceremize.
Baştan aşağı gül ve çiçeklerle dolu bir bahçeden bize misk kokulan ulaşmakta.Ruhumuz gıdalanmakta.
Anadolu’nun yakasından gene bir gül düşmekte penceremize.
Neden aşk, diye bir soru gelecek olursa akla;
“Hic aşkdan ozge şey reva nu
Sarf etmeğe gevher-i kelamı”
Bizi Hakikate ulaştıracak ilk ve son noktanın aşk olduğu gerçeği günümüzde de şu dizelerle ne güzel dile getirilmiştir:
“İlk nokta
Başlangıç noktası
Hakikate
Biri dedi
ilk nokta aşktır
Ve öbürü dedi
Aynı zamanda
Son nokta”
Ayrıca İbn-i Arabi’nin kaleminden dökülen şu dizelerde de bu gerçeğe değinilmiştir.
“Bi? aşktan sudur ettik
Aşk üzerine yaratıldık
Aşka doğru yöneldik
Aşka verdik gönlümüzü. ”
Biz de gönlümüzü aşka vererek, ilk ve son nokta olan aşka yöneldik.
Bizi Hakikate ulaştıracak başlangıç noktasından yola çıkalım istedik.
Fuzuli gibi,
“Ya Rab, hemişe lutfunun et relı-numa bana
Gösterme ol tariki ki yetmez sana bana”4
(Ey Rabbim! Lutfunu daima bana yol gosterici kıl; Sana ulaşmayan yolu bana gösterme!) diye dua ediyoruz.
“Kad endre’l-ışku li’l-uşşakı minhace’l-huda
Salik-i rah-t hakikat ışka eyler ihtida”
(Aşıklara hidayet yolunu aşk aydınlatır; Hakikat yolunun yolcusu aşka tabi olur.) matlaıyla başlayan gazelinin anlamını yüreğimizde duymak istiyoruz.
lbn Arabi’ye gore, aşkın tanımı yapılamaz. Aşk ancak tadılır. Tadan da aşkın ne olduğunu anlatamaz. Sevgi evrenseldir. Annenin çocuğunu sevmesi, karı kocanın birbirini sevmesi, ilahı bir sır olarak, gayesi “bir
tenle bir teni, bir canla bir canı kavuşturmak” olan sevginin evrenselliğine en guzel ornektir.
Aşk kendi içinde her zaman olumludur. Özü itibariyle dirilticidir,birleştiricidir, kavuşturucudur.
Fakat aşkın özünü, mahiyetini bozanlarda nefrete, kine ve yıkıma dönüşür.
Allah bu tür çirkin durumları sevmez. Çünkü “Allah güzeldir, güzelliği sever.” Bütün aşkların nihai noktası
İlahi aşktır.
Asıl olan sevgi Allah için Allah’da sevmektir. Allah’ı sevmektir. O’nun sevgisiyle dirilmektir. O’nun sevgisinde dirilmektir.
“Kabru muhyiddin ibnu’l-Arabi
Kullu men lazebehu ev zarehu
Kadıyet hacatuhu min ba’di ma
Gafara’l-Bariu lehu evzarelıu.”
(Muhyiddin ibn Arabi’nin kabridir bu; Kim ona bağlanırsa ya da onu ziyaret ederse, ihtiyacları giderilsin ve Allah günahlarını affetsin.)
“Felikulli asrın vahidim yesmu bihi
Ve ene li b a k i’l-asri zake’l-vahidu. ”
(Her asır büyük bir şahsiyetin adıyla anılır; bundan sonraki asırlar da benim adımla anılacaktır.)
Hakk
Bir iken tüm hayallerde kuva (kuvvetler) halinde, esma tahtında (değişik isimlerde) göründüğü ve hepsini kendinde topladığı: “İnsan-ı kâmil” (Âdem-i Mana) mertebesidir. Bu mertebe kökleri yukarıda, dalları aşağıda olan ve “Tûba ağacı” diye adlandırılan mertebedir. Allah bu mertebede ikinci mim’i de almış ve yarattığı bu mertebede kendine Peygamber demiştir. Başka bir ifade ile masdarken masdar-ı mimî olmuştur. Bu mertebe de, tüm kâinatı kapsadığı için: “Bir kabirden bin bir adlı Mehmet çıkacak” denmiş ve çıkan Mehmet’ler halk mertebesinde görünür hale gelmiştir.
Burası, Ahmed’ken nur-u Muhammedî olarak kâinata yansıttıklarını, tekrar kendinde topladığı mertebedir ve ne demek olduğunu ilerde göreceğimiz hareket makamıdır.
Buraya kadarki mertebelerin tümü manevi mertebelerdir ve gözle görülmez. Çünkü, bu mertebelerde henüz maddesel hiç bir şey yoktur.
Bu mertebenin uructaki karşılığı ilerde göreceğimiz Cem Mertebesidir. Cem mertebesinde maddi, manevi her şeyi kendinde toplayan Allah’tır. Meydana çıktığı anda adı Hakk olur. Meydana çıkış, zuhura delalet eder. Gaipte olana Allah, O’nun zuhurunaysa Hakk denir. Onun için Hakk Teâlâ zuhurdadır.
Allah’ın dış âleme akseden nuruna Rahmaniyet, gayb âlemindeki Hazret-i Peygamber’in nuruna ise Rahimiyet denir. Bunlar iki güneştir. Bu iki güneşe zahir ulemaları, yaz güneşi ve kış güneşi derler. Bu konuya ilerde Rahimiyet Muhammed, Rahmaniyet Ali olarak ele alınır.
Çatılmadan yerin göğün binası
Muallakta iki nur’a düş oldum
Birisi Muhammed birisi Ali
“Lahmike lahmi”de bire düş oldum.
Devriye, daha insan yani Âdem yaratılmadan önce evrenin yaratılışı ile başlıyor. Yerin göğün binası çatılmadan askıda duran iki nura rastladığını, bunlardan birinin İslâm peygamberi Hz. Muhammed, diğeri de Hz. Ali olduğunu anlatıyor.
“Lahmike lahmi” Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye söylediği “etin etimdendir” sözü ile birliğe Muhammed Ali yoluna ulaşılıyor.
Açıklamamızı doğrulayan şu dörtlük söyleniyor:
“Ben Adem’den evvel çok geldim gittim
Yağmur olup yağdım, ot olup bittim
Bülbül olup Firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için har’a düş oldum.”
Bu devriyenin sonuç bölümünü son dörtlük oluşturuyor. Yolculuk tamamlanmış ve artık insan-ı kâmil olarak içinde bulunduğu ortama gelinmiştir:
Sıtkı’ya çok şükür didara erdim
Aşkın pazarında Hak yola girdim
Gerçek ariflere çok meta verdim
Şimdi Hacı Bektaş Pir’e düş oldum.
Gelelim sözünü ettiğimiz güftede yer alan ikinci dörtlüğe:
Güruh-u Naci, Âdem’den Hatem’e, Şit’den Muhammed’e Hak yoluna girmiş bütün peygamberlerin içinde bulunduğu topluluktu. Şöyle ki, Alevi yaradılış mitolojisine göre, Adem’in Havva’dan olan soyu, Habil’in Kabil’i öldürmesi üzerine lanetlendi. Şit diğer adı ile Naci, Allah tarafından Âdem’e oğul edildi. Ona eş olarak da cennette bir huri olan Naciye ana verildi. Havva’nın soyu lanetli iken Naciye ananın soyu temiz bilindi. Birlik ve Hakk nuru Âdem den Şit peygambere ondan da diğer peygamberlere, son olarak Muhammed’e geldi. Bütün peygamberler Naciye ananın soyundandı. Alevi inancına göre “nur” ocaklarla ve on iki imama kadar ulaştı. Güruh-u Naci, temiz, kirlenmemiş toplumdu.
Firdevs bağı Cennet’in en gözde katıdır. Şöyle ki, bütün ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet’in katları olduğu anlaşılıyor. Bu katlardan bazıları daha yüce ve nimetleri daha güzel veya daha üstün. Firdevs Cenneti de derecesi en yüksek Cennet katı olarak bildiriliyor.
Allah’ın bu mertebedeki birliği, aynen bir incire benzetilebilir. İncir de birdir, ama içinde binlerce incir ağacı meydana getirebilecek çekirdek bulunan birdir. O çekirdeklerin her biri ileride birer incir ağacı meydana getirecek ve O birin kesretini oluşturacaktır. İşte Kur’an’da geçen “ İncir ” < 95-1 > budur. Bu incirin yeri ise Ulûhiyet piramidinin zirve noktasıdır.
Allah denilen varlık bir sahiptir. Sahip ise: Sohbet edilen, arkadaş, yani İnsan-ı Kâmil’dir. İnsan-ı Kâmil denen bu insan: Görünmeyen’in tam aynası olan Ahmed’tir. Ancak, burada Allah, Ahmed adını verdiği aynasından ayrı değildir. Bu durumu bir örnek vermeden anlatmak imkânsızdır. Misal olarak güneşi ele alabiliriz.
Güneş, güneş olarak tektir ve ahadtir. Bunun ışını ise vahidtir. Allah’ın “ Yegâne kahhar ” <40-16> oluşu, isterse ışınını vermeyebilir anlamındadır. Işını olmasa bile, güneş yine varlığını koruyacaktır.
Rab
Her zerrede mürebbilik sıfatıyla meydana çıktığı mertebedir.
Halk
Görünecek olanların bulunduğu mertebedir, ama o görünecek olanlardan işleyen yine görünmeyecektir. Tıpkı Peygamber’de Hakk’ın görünmeyişi gibi…
Her şey “ Biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz ” <2-156> hükmünce dönüp, dolaşıp aslına kavuşacağı için, halk olarak görünen de yine alâ-meratibihim kendine rücu edecektir (dönecektir). Bu dönüşün nasıl olduğunu ilerde insan bahsinde göreceğiz. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz ki; Allah verdikçe insan bu mertebeleri kendinde bulmaya başlar ve Hakkiyeti bulduğunda: “Enel Hak” der. Bu söz söylendiğinde görünen halk bile olsa, bu sözü ondan söyleyen, ondaki görünmeyendir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta; bu mertebe ve buna ait halkıyet âlemindeki yaratılışın Ayan-ı Sabite’de olmasıdır. Dolayısıyla, halk edilenler, henüz mim alarak mahluk haline intikal etmemiştir.
Hakkın kandilinde gizli nihanda
La mekan elinde sır idi ali sır idi ali
Küntü kenzin hep esrarı ondadır
Dünya kurulmadan var idi ali var idi ali
Küntü kenzin hep esrarı ondadır
Dünya kurulmadan var idi ali var idi ali
—
Feriştahlar kendi nurundan oldu
Sen kimsin diye cibrile sordu
Cibril bilemedi kanadı yandı
Ol zaman kandilde nur idi ali nur idi ali
Cibril bilemedi kanadı yandı
Ol zaman kandilde nur idi ali nur idi ali
—
Ol vakit “kün” dedi dünya kuruldu
Ademi balçıktan yaptı yoğurdu
Kendi anasını kendi doğurdu
Noktayı be altında bir idi ali bir idi ali
Kendi anasını kendi doğurdu
Noktayı be altında bir idi ali bir idi ali
—
Ademin bezminden şite erişti
Müminin evrahı ona karıştı
Ayin oldu yasin ile görüştü
Ervahı ezelden dür idi ali dür idi ali
Ayin oldu yasin ile görüştü
Ervahı ezelden dür idi ali dür idi ali
—
Kuranda alidir incilde ilya
Zeburda papadır tevratta ulya
Yoktan var eyledi bu cümle eşya
Devrani kapında kulundur ali kulundur ali
Yoktan var eyledi bu cümle eşya
Devrani kapında kulundur ali kulundur ali
Mertebeleri kısaca anlattıktan sonra bunlara ait âlemleri de anlatmak icabeder. Bunlar sırasıyla; Ahadiyet, Uluhiyet, Rububiyet, Hakkıyet ve Halkiyet âlemleridir. Bunlardan Hakkıyet ve Halkıyet âlemlerinin ve tüm Alemlerin cüzü olan insandır.
22nd January 2018, Mehmet Özgür Ersan tarafından yayınlandı
İlk yorum yapan siz olun