İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

KIZILBAŞ-BEKTAŞİ ALEVİLİKTE NAMAZ NEDİR ? TARİKAT, MARİFET VE HAKİKAT MAKAMI NAMAZI?

Buyruk ve Makalât da namazın şeriat kapısındaki kalıpsal yapısını Ehli Sünnet ve Ehli Şia ile bir fark yoktur.
Ancak tarikat, marifet ve hakikat kapılarında namaza nasıl bâtıni (ezoterik) anlamlar yüklenmiş ve namaz nasıl tasavvur edilmiş onu ele almamız gerekirse;
a.Kalbin Miracı/Seyr-ü Sülûk/Mâsivayı Terk/Fenâ
Alevîlik-Bektaşîlikte namaz bir yönüyle kalbin miracı, seyr-i sülûk, mâsivayı terk
ve fenâ olarak ele alınır.
Kâmil bir mümin olmanın altı şartından biri, huzur-i kalp ile namazı kılmaktır (Kutlu, Parlak, 2008: 165).
Şeyh Safieddin Erdebil, Peygamberin namazının batında miraç, surette ise zahir namaz olduğunu, her namazında miraç yaşadığını kendisine seyr-i serî’ vaki olduğunu ifade eder (Kutlu, Parlak, 2008: 233).
Aslında bu tür bir namaz telakkisi sadece Alevî-Bektaşîlere özgü bir şey değil bütün tasavvufî yapı ve yorumlarda karşılaştığımız bir durumdur.
O nedenle bazı Sünnî tefsirlerde Kur’ân’da geçen “namazı ikâme edin” ifadesi, Allah’a
daimi bir münâcât, miraç, yükseliş ve tekâmül, daimi bir seyir ve daima onun huzurunda, murakabesinde ve itaatinde olma hali olarak da ele alınmıştır (Râzî, 1420: XXIV, 397-398; Semerkandî, ty.: II, 86; Sa’lebî, 2002: V, 90; İsmâîl Hakkî, ty.: IV, 429; VII, 172).
Görüldüğü gibi Alevîlik-Bektaşîlikte namaz, şekilsel formun dâhilinde ve onun ötesinde gönülde olan daimi bir seyir/miraç, gönle doğan bir takım ilham, havatır ve bilgi mükâşefe manzumesi, daima onun huzurunda ve murakabesinde olma hali ve şuurudur.
Bu bağlamda “Namaz, müminin miracıdır”
(Râzî, 1420: I, 226; Nizâmuddîn en-Nîsâbûrî, 1416: I, 114; İsmâîl Hakkî, ty.: VIII, 98) sözü iktibas edilerek, sözden mülhem olarak kişinin bu miraçla dünyadan el etek çekmesi, nefsini kurban etmesi, bekaya ulaşmak için, yokluk denizinde (fenâ) olması gerektiği belirtilir.
Öyle ki, bu derûnî namaz anlayışından dolayı namazın şekilsel formlarından biri olan “tekbir-i tahrime”nin bile masivayı kendine haram kılmak şeklinde yorumlandığını (Hacı Bektaş Veli, 2004: 17-18), yani ibadetin, “aslından kopmuş olan kulun, bütün benliğinden sıyrılarak tekrar ona (zatına) ulaşması” (Hacı Bektaş Veli, 2004: 18) şeklinde telakki edildiğini görüyoruz.
Dolayısıyla AlevîlikBektaşîlikte tıpkı tasavvufî ibadet anlayışında olduğu gibi şekilsel namazı kılana saygı gösterip asıl olan ibadetin özüdür, bu öz de mâsiva’yı terk, Allah’ın zat ve muhabbetini taleptir.
Edip Harabinin aşağıda şerh edilen nefesi konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Ehline malum olduğu üzere tasavvufta ölmeden evvel ölmek esastır. Varoluş hastalığının ilacı kıymetindeki hakikat arayışında varılacak yegâne menzil ölüm ve yokluk olmasa gerektir. Her ölüm bir yeniden doğumla sırlanmamış mıdır ilm-i ilahide? Doğup da ölmeyen ölüp de doğmayan nesne var mıdır âlemde?
Harâbî de, Allah aşkının yoluna ve erenler dergâhına Mehmed Ali Hilmi Dedebaba aracılığıyla girişini yeniden doğmakla tevil etmiştir;
Berzahtan kurtuldum çıktım aradan
On yedi yaşında doğdum anadan
Muhammed Ali Hilmî Dede Baba’dan
Çok şükür hamd olsun geldim imkâne
Bu yeniden doğuş ancak harab olmaktır, harabat ehlinden sayılmaktır. Erenlerin ayağının tozu ise de Harabî, artık Hakk’ın konuşan kitabıdır. Yanan bir çalıdan Musa’ya seslendiği gibi Hakk, yanan ruhlardan da seslenir ehl-i irfana;
Nâmım Edîb idi Harâbî oldum
Erenlerin ayak türâbı oldum
Hakk’ın bir mukaddes kitâbı oldum
Aşk olsun okuyan ehl-i irfâna
Harâbî öyle bir doğmuştur ki düşünde aşk şerbeti ya da dolusu içmiş âşıklardan, ozanlardan biri oluvermiştir. Bereketli nefesinden nice deyişler dile gelmiş, kısa sürede insanların dilinde yer etmiştir.
Harâbî, yani Ahmed Edib, 1852-1917 yılları arasında yaşamış tipik bir son dönem Osmanlı arifi ve şairidir. Rıza Tevfik’in demesine göre uzun uzadıya mekteplerde zaman harcamamıştır.
Namık Kemal’den himaye ve teşvik görmüş, feylesof Rıza Tevfik gibi başkaları da kendisinden el almıştır. Bazı şiirleri Saâdet ve Yeni Mecmua gibi devrin gazete ve dergilerinde yayınlanmıştır. Bâtın âleminde cisimden ve dünyadan geçmiş rind bir âşık olsa da Harâbî, dünyalık bakımından da harap sayılmıştır.
Bahriye’deki memuriyeti ve ardından oradan emekliliğinde hayatı ciddi maddi sıkıntılar içinde geçmiştir. Dıştaki yoksulluk içteki alevli yanışı ve coşkun kaynayışı soğutan perdesi olmuştur sanki.
Edip Harâbî, yeniden doğumuna vesile bildiği Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’ya mürit olmuş ve irfan deryasına böylece dalmış; sonrasında incelikli, sırlı şiirler yazmadan edememiştir.
Harâbî’nin on yedi yaşında yeniden doğuşuna vesile olan Mehmed Ali Hilmi Dedebaba, Şahkulu Dergâhı postnişinidir. 1863 yılında Şahkulu Sultan Dergâhı postnişinliğine getirilmiş, aynı yıl Hacı Bektâş-ı Velî Dergâhı’na giderek postnişin Hacı Türâbî Ali Dedebaba’dan icazet almıştır.
Malum olduğu üzere Hacı Bektâş-ı Velî Dergâhı önce II. Mahmut devrinde yeniçerilikle birlikte lağvedilmişse de bir şekilde ayin erkan sürdürülmüştür. Daha sonra Cumhuriyet döneminde 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dönük düzenleme ile dergâhın faaliyetlerine tamamen son verilmiştir.
Yine de çeşitli badirelere rağmen bu coşkun ve suskun dergâh, muhiplerinin gönlünde yer etmeye devam etmiştir. Harâbî bu dergâhın en çarpıcı seslerinden biri olmuştur. Onun deyişlerinde yaşayan bir dergâh vardır neredeyse.
Erdal Erzincan’dan dinlediğim “Kur’an kelamımızdır” başlıklı deyişinde yüzüme ilk çarpan şey, bağlamanın tınılarındaki ve deyişin sözlerindeki coşkunluk olmuştu.
Dinleyenin içindeki derinliği cuş-u huruşa getireceğini vaat eder gibidir. Gizli bir sırrı, açık seçik en anlaşılır haliyle haykırırcasına fısıldar gibi.
Ezginin akışındaki seyir, söyleyişteki farklılaşmalar hepsi Harâbî’nin ruhundaki temaşaya tutulan bir ayna misalidir.
Birazdan bir sırrı faş etmeye çalışılacak olan sözler eminim hakikatin kapısını biraz aralayacaksınız;
Ey hoca kâbe kavseyn bizim makamımızdır
Hizmet için dem a dem Cibril gulamımızdır
Harâbî, Bâtınî sırlarla arası pek de iyi olmayan zahire takılıp kalmış olanlaradır hitabı “ey hoca” derken.
Bulunduğu hakikat ülkesini Necm Suresi 99. ayeti ile açıklar. “Böylece iki yay aralığı kadar (kâbe kavseyn), hatta daha yakın oldu” der ayet. İrfan ehline göre Allah ile sevgili elçisinin miraçtaki yakınlaşmasını anlatır bu sözler.
Sufilerin çokça dillendirdikleri üzere doksan bin kelam eder elçi bu makamda hakk ile. Bunlardan bir kısmı Kur’an olarak indirilir insanlara, bir kısmı sır olarak ancak ehline açılmak üzere ayrılır.
Söz, her ağızda aynı görünse de her ağızda farklıdır. O İki yay aralığı kadar yakınında olmak hakk’ın. Kabzasında iki yay üstüste konulduğunda sanki bütünleşmiş gibidirler. Oradan konuşmak her şeyi başkalaştırır.
Uzaklardaki birinin okuduğu ayetlerden anladığı şey ile kavseyn sırrındakinin anladığı şey zahirle batın kadar farklıdır birbirinden. Bu makamda olanlara Cibril yani vahy meleği inayet eder.
Cibril insanın özünde saklı nefesi gibidir. Kâmil insan Hakk’ına iki yay aralığı kadar hatta daha yakın olduğunda açığa çıkar ışığı. Oklar kabzalarının içindedir. Bu makam da içeriye özgüdür. Dışardan bakıldığında görülense hiçliktir.
Nice harabeler vardır ki defineler saklarlar derinlerinde. Harabelerin kıymetini ancak ehli bilir. “Harâbât ehline hor bakma defineye malik viraneler var” derken Erzurumlu İbrahim Hakkı sanki Harâbî babanın harap ruhundan da haber etmiştir.
Surette rind u meyhur mest u harabız amma
Sirette Hakk ile Hakk olmak nizamımızdır
Kimilerinin, görünürlükte derbeder, her şeyden geçmiş, hiçbir şeysiz oluşu yanıltır insanı. Suret zahir ise sîret bâtındır. Hakk ile Hakk olmuştur derinlerinde.
İçindeki ateş dışında rind yapmıştır âşığı. Mey ile mest etmiştir ve böylece harap olmuştur. Görüntünün, görünmenin her şey olduğu şu âhir zamanda suretler artık ne bir ateşin közüdür ne de külü.
Harap ruhlardan sîrette Hakk ile olanlardan da eser kalmamıştır. Suretler ne ruhun perdesi ne de kalkanıdır. Suretler bir boşluğun kabuğundan ibaret artık ve onu da gizleyemiyor bile.
Harâbî boşuna bir başka yerde insanı insan kılanın aslen sîret oluşundan bahsetmiyor “Ey Edíb her gördüğün insanı insan belleme / Suretin insan görürsün sireti hayvan çıkar” diyerek. Bu kabuk devrinde zahir artık bâtının bütünleşik bir parçası olamayacaktır. Zahir sadece görünen değil sîrette de yegane bulunandır. Hiçbir davranış ve duygu kaçamamaktadır bu içboşalmasından; tapınmak bile.
Duvara karşı secde etmek bize ne hacet
Bizim namazımızda Allah imamımızdır
Şeyh-ül Ekber İbn-i Arabi’nin samimi bir takipçisi olan Harâbî, andığımız bu içi boş ibadetten bahsediyor keskin bir dille. Kimilerinin secdesi sadece bir duvar önünde eğilmekten ibaret kalmaktadır.
Maun suresinde Allah’ın uyarısına muhatap olanlar musallileri düşünmeden edemiyor insan. Oysa elçi, namaz için “inanan insanın miracıdır” demişti. Vahdet-i vücûd penceresinden bakıldığında miraç en uzak göklere, varlığın en uzak sınırlarına ulaşmak değil midir. Yani insanın “kalbine”. İki yay aralığının ötesi kalbin de ötesidir. Çiğde ağacının ötesi…
Malumdur ki Müslümanlar namazlarında Kâbe’ye yönelirler. Siyah örtüsüyle Kâbe Allah’ın evidir. Ve gönül de Allah’ın evidir. Allah “ancak mümin kulumun kalbine sığdım” demiştir. Gönül, Allah’ın istiva ettiği arş değil midir? Zahirde Allah’ın evi olan Kâbe, bâtında Allah’ın evi olan kalbin temsili gibidir.
Ta meleklerin Âdem’e secde edişinde olduğu gibi Allah’ın tecelli ettiği kalbedir secde esasında. Elbette bunlar remizli anlatımlardır. Sanırım böylesi bir anlatımı Abdulkadir Geylânî yolunda tasavvuf erbabı da aynı şeyleri söyler.
Kâbe’nin etrafında daireler halinde namaz kılan binlerce insanı düşünelim. Fizikî olarak zahirde Kâbe’nin orada olmadığı tahayyül edildiğinde insanlar birbirlerinin kalplerinde tecelli eden Hakk’a secde kılmaktadırlar aslında.
Harâbî, secdenin bu derinlerdeki kıymetini hatırlatmak ister gibidir. Bu kısmını her dinlediğimde bu deyişin mutlaka Cibril hadisi diye bilinen kutlu sözler gelir aklıma. Bir gün vahiy meleği Cebrail bir insan suretinde gelir ve iki yay aralığı kadar yakın oturduğu efendimize sorular sorar.
Bunlardan biri de “İhsan nedir?” sorusudur. Hz. Peygamber, “İhsan Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir, her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür” buyurmuştur. İşte bu hal içinde, ne duvarların hükmü vardır, ne de mesafelerin.
Şathiye niteliğindeki bu tür sözler zahir ehli için katlanılamaz derecede sakıncalı görülecektir.
Belki de hakiki manaları kavransa bile. Harâbî, bu tür riyâkarlık yapanları anlamaya çağırır. Çünkü görünene takılıp kalanlar Harâbî’nin lakırdısını yanlış anladığı gibi Kur’ân’ı da yanlış kavramaktadırlar. O yüzden “gel bizden anla” diyor müthiş bir telmih ile;
Ey vaizi riyâkar Kur’anı bilmiyorsun
Gel bizden anla zira Kur’an kelamımızdır
Bu beyitte de mutlaka Hz. Ali gelmeli insanın aklına. Hani o çetin fitne zamanlarında kimileri mızraklarının ucuna Kur’ân sayfalarını takarak karşı durmuşlardı Hz.Ali’ye. Edebe aykırı hadsiz bir cüretle Hz.Ali’yi Kur’ân’a uymaya çağırmışlardı güya. Bunlara karşı Hz.Ali de çağlar boyu mânâ ışığını yakacak o sözü söylemişti. Hz.Ali demişti ki “Oysa ben konuşan Kur’ân’ım!”
Durup bakmalıyız etrafımıza hiç bir konuşan Kur’ân’a rast geldik mi diye. Yoksa hepimizin mızraklarının ucunda kâğıt parçaları mı var daha? Ya bizim kelamımız Kur’ân mı gerçekten?
Deyişi dinlerken son dizelere gelindiğinde, gerek bağlamanın gerek zâkirin sesi değişir; coşkun akış durulur, aşkın cezbesi durdurulur. Ârif sırrı hakkıyla kavramak ve mutlaka her kulağa göre usulünce faş etmek zorundadır zira. Harâbî kendini ve herkesi uyarır;
Şer-i şerifi tağyir etme sakın Harâbî
Zâhidlerin helali bizim haramımızdır
Şerefli şeriatı, inancın kuralını, yasasını, normunu başkalaştırır, bozar görünme diye çuvaldızı kendine batırır Harâbî. Çünkü bu tağyiri yapan zahir ehlidir aslında.
Hakk’ın mesajının manasını derinlikli bir şekilde kavramak yerine görünüşe takılıp kalmak başkalaştırmaktır onu. Bu, onlar için helal sayılsa da ârifler için büyük günahtır. Zahirde takılıp kalanlar, diğer herkesi de orada bağlanıp kalmaya mecbur bırakmak gayesindedir.
Tezenenin son dokunuşları ile bağlanırken kelam, Hz İsa’nın zahir ehli şekilci Yahudilere hitabı gelir gönlüne insanın: “cennetin kapısına oturmuşlar fakat ne kendileri içeri giriyorlar ne de başkasının girmesine müsaade ediyorlar”
Aşk ile
Araştıran :
Mehmed Özgür Ersan
Abdal Yesari

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir